Psikanalitik perspektiften, güncel sosyo-politik koşullar üzerine deneme yazısı
İnsan sadece kendi öznel dünyasından oluşup dış etkenlere kapalı bir varlık değildir. Bir ilişkiye doğan, ancak bir ötekiyle kurduğu bağ sayesinde hayatta kalabilen insan, onu kuşatan çevrenin ömür boyu etkisi altındadır.
Psikanalitik kuramcılardan Winnicott, insan yavrusunun gelişiminde çevrenin etkisine oldukça yer verir. Bebeğin içine doğduğu çevrenin, onun ruhsallığına etkisi, bebeğin en az doğuştan getirdiği içsel dinamikleri kadar önemlidir. Çevrenin, bebeğin ihtiyaçlarına ve gelişim süreçlerinin gerekliliklerine uygun yanıtlar vermesi, uygun koşullara sahip olması büyüme ve olgunlaşma sürecine damgasını vurur, sağlıklı bir gelişim ancak böyle mümkün olur.
Bir bebeğin içinde bulunduğu çevrenin ruhsallığına katkısı gibi, bir yetişkinin de kuşatıldığı çevre; ruh haliyle, hayat neşesiyle, canlılığıyla, kendine anlamlı bir dünya yaratabilmesiyle ilişki halindedir. Dış koşullar içerinin de iklimini değiştirir. Hayattan alacağı keyif, kendi içindeki huzur kadar ait olduğu toplumun koşullarıyla da ilgilidir. İnsanın iç dünyası, sosyo-politik unsurlarla dengelenir. Demokratik hak ve özgürlüklerin, hukuk güvenliğinin iyilik hali üzerine etkisini yadsımak mümkün değildir
Sabahtan akşama kadar şiddet haberlerinin, özgürlüklere indirilen darbelerin, yağmanın ve talan düzeninin, insan ve hayvan haklarını hiçe saymanın, empatiden yoksun yaklaşımların, sahteciliğin, emek sömürüsünün, nepotizmin, çöken adalet ve hukuk sisteminin içinde kendini bulan insanın iç dünyasından ne haber peki? Bu darbe almış değerlerin iç dünyalara olan tahribatıyla her gün hepimiz dışarı çıkıyor, birbirimizle karşılaşıyor, topluma karışıyoruz. Birbirimizi bu dengesini, saygısını, anlamını kaybetmiş iç dünyalarımızdan selamlıyoruz. Dışarının içeri, içerinin dışarı sızdığı bu etki tepkimede, tahammül, hoşgörü, anlayış, analitik düşünebilme, olaylara objektif bakabilme, yaşam memnuniyeti, güven ve umut kavramları elbet kan kaybediyor. Gemimiz su alıyor.
Birbirine saygı, tahammül, bir halkı millet yapan dil, yurt, ülkü ve amaç birliği, diğerkâmlık… Buralardan yediğimiz gollerle dış dünyaya açılıyoruz. Sanki rayihasını kaybetmiş her birimiz. Neşeyi, coşkuyu, anlamı, umudu, birliği, dayanışmayı mumla arıyoruz. “Yaşıyoruz” denilebilirse yaşıyoruz işte. Günü geçiştirmekten başka çare bulamıyoruz çoğu zaman. Uyuşmak bir tercih bile olmuyor; kendimizi birden onun kollarında buluyoruz.
Doğru kalmaya, bildiğinden şaşmamaya, inadına iyi olana tutunmaya çalışırken, içinde düzgün kalmanın dışında seni aptal gibi hissettirmesiyle allak bullak oluyoruz. İşini doğru dürüst yapmak, hile hurdaya başvurmamak, emek vermek, canını dişe takmak, etik değerlere tutunmak; pazarlanıp makbul olanın, dışarıda matah bulunanın bu derece zıddı olduğunda kendini kandırılmış, aldatılmış, amiyane tabirle enayi yerine konmuş bulmamak ne derece kolay, bilemiyorum.
Oysa hukuk omurgadır, ruhtur. Düzenin temelidir. Adil düzen ancak hukukun üstünlüğü ile kurulabilir. Bu ise hukuk güvenliği demektir. O zaman bilirim ki; sokaktan geçerken biri gelip beni alarak, şafak vakti operasyonuyla sorgusuz sualsiz günlerce, aylarca hapishanelerde tutmaz. Sonra aaa pardon öyle değilmiş deyip salmaz, kimse kimsenin malını gasp etmez, kaçak yapı yapmaz, ormanları yağmalamaz, hayvanlara böyle zulüm uygulamaz. Güzelim zeytinliklere gözünü dikmez, güçsüz olanı ezmez, şiddet böylesi alıp başını gitmez, kötülük bu biçim arşa çıkmaz. Bunlar söz konusu olduğunda biliriz ki, hukuk düzeni çeşitli yaptırımlarla düzeni sağlayacak, koruyacak, muhafaza edecektir, sistem düzgün yaşadığın için sana kendini enayi hissettirmeyecektir.
Toplumda “önemli” insanlar ile “değerli” insanlar arasında fark vardır. Bir toplumu yükselten, değerli insanların çokluğudur. Önemliler (belirli bir mevkii işgal edenler: müdür, bakan, kamu kurumunun başı, vali, kaymakam, devlet ve kamu görevlileri vb…) genellikle bulundukları konum, sahip oldukları güç ya da toplum üzerindeki etkileriyle görünür olurlar. Bir makam, statü veya rol onlara bu önemi kazandırır. Değerli insanlar ise bunun biraz daha ötesine geçip; dürüstlükleri, vicdanları, ürettikleri, bilgeliği ve insanlara dokunan halleriyle değer kazanırlar. Değer, bir görev veya statüyle tepeden inme verilmez; üretilir, emek ve özveriyle oluşturulur. Toplumda değerli görülen kişi ya da şeyler, güvenilirlik, adalet, vicdan, iyilik, emek gibi ölçütlerle anlam kazanır. Bir öğretmenin öğrencisine kattığı şey, bir sanatçının ruhu besleyen üretimi, bir komşunun dayanışmacı tavrı “değerli”dir. Burada ölçüt, kişinin topluma katkısının niteliksel ve insani boyutudur. Elbette önemliler aynı zamanda değerli de olabilir.Önemli ve değerli insanların kesiştiği noktalar, toplumsal dengeyi sağlar ve toplumun hem işleyen hem de gelişen bir yapıda olmasına katkıda bulunur.
Değerlilere önemlilerden daha fazla değer verilmeyen bir toplum ise asla kalkınıp uygarlaşamaz, yükselemez. Değerli insanlar toplumun ileriye götürücü unsurlarıdır. Sanatçılar, edebiyatçılar, ressamlar, kanaat önderleri, entelektüeller, zanaatkarlar, akademisyenler, bilim insanları, şairler, düşünürler… Önem geçici olabilir, makam değiştiğinde kaybolabilir; ama değerli olmak dönüştürücü izler bırakır, kalkındırır, canlandırır. Önemlilerin değerleri söndürdüğü bir hava sahasındayız hepimiz. Değerli olmak, içinde olduğumuz çevrede artık sadece bir ceza olmakla kalmıyor, bir de “değerli” olanın satın alınan sahte diplomalarla kısa yoldan tedarikiyle değerlerin de içi boşalıyor, anlamını kaybediyor. Dışarıdaki bu çürüme iç dünyaları da kurutuyor. Rota iyice şaşıyor, yol iyice bulanıyor.
Hadi kısa bir anekdot düşelim günlük hayatımızın son derece sıradan bir manzarasından: Trafikte emniyet şeridinden geçen arabaların kaçı sizce sözüm ona toplumun pek “önemli”leridir? Sağ şeritten çakarlı geçen arabaların arasında sanatçı, bilim insanı, edebiyatçı, akademisyen ne kadar görürüz? Hastanelerin acil servislerinde ya da devlet dairelerinde sıraya girmekten imtina edenler örneğin; önceliği “öneminden” alan bu kişiler arasında hangi değerli insanları görürüz? Kaç bilim insanı, kaç şair ya da ressam, kapıları zorlayarak sıranın önüne geçmeye kalkar?
Elbette burada vurgulanmak istenen birini iyi diğerini kötü atfetmek, toplum panoramasını siyah-beyaz bir merceğe hapsetmek değil. Değerini kötüye kullananlar olduğu gibi, önemli olup değerli olanlarımız, değerleri koruyanlarımızda var. Bölünmeden, ötekileşmeden, kutuplara savrulmadan güçler birliğine ihtiyacımız var.
Oysa değer kaybındayız uzun süredir. Değerlerimiz yağmalanıyor. Nasıl da özellikle, sinsice uygulanan bir politika bu. Önemlilerin değerli olana şiddeti, kendi değersizlikleriyle, yerlerini sağlama alma çabalarıyla nasıl da ilintili. Buraya kadar gelip psikanalitik deyişle hasetten bahsetmemek olmaz. Haset, en temelde iyi olana saldırıdır. Kötücül kuvvetlerin sahip olamadığı iyiliği tahrip etmesi, onu bozması, yıkmasıdır. Haset, hep sahip olmadığını, ondan esirgeneni görür. Onun varlığına dayanamaz. Varoluşunu o iyiye döndüreceğine, ona dönüşeceğine, onu yok etmeye yöneltir. Bu hasetli kuvvetler hem ruhsallık içindedir hem ruhsallık dışında. Bu dış ve iç kuşatma birbirini daha da harekete geçirir, güçlendirir. Yayıldıkça yayılır. Haset iyice hakimiyet kazanır, gittikçe daha yıkıcılaşır.
Önemlilerin değerli olana bir tür hasedi yani söz konusu olan. Yeşeren, parlayan, besleyen, geliştiren, canlandıran her şeye yönelik bu saldırganlık hasetten başka bir şey değil. Yıkıcı kuvvetlerin, yapıcı kuvvetlere saldırısı altındayız. Kemerleri iyi bağlayınız. İnadına değerlerinize tutunmayı unutmayınız.